Batur Şehirlioğlu – Buğday Derneği EşGenel Müdür, %100 Ekolojik Pazarlar Genel Koordinatörü
Küresel ölçekte dev bir ekonominin sürdürülebilirliğini sağlarken, aynı zamanda doğaya, su kaynaklarına, toprağa, iklime ve canlıların sağlığına olumsuz ve kalıcı bir etkiden kaçınmak mümkün mü?
Sadece tarım ve gıda sektörü için değil, hangi sektör olursa olsun, her anlamda tüketime endeksli yaşama kültürümüzü/biçimimizi sorgulamadan tarımı, gıdayı, enerjiyi, turizmi yani tek başına bir sektörü tartışmak ve sonuçlar çıkartmak ne kadar doğru?
Her anlamda tüketime endeksli yaşama biçimimizi, kalite anlayışımızı, yaşam standartlarımızı sorgulamadan tarımı, gıdayı, enerjiyi tek başına bir sektörü tartışmak ve sonuçlar çıkartmak ne kadar doğru?
Dünya ile kurduğumuz ilişkiler bütününü, ekonomi temelli kurduğumuz küresel sistemimizi milyonlarca yılda oluşmuş ekosistem ve onun döngülerini dikkate almadan, onlarla uyumlu hale getirmeden nasıl tüm dünya toplumu için ekolojik, sağlıklı, adil ve barış içinde bir gelecek hayal edebiliyoruz?
Uluslararası Organik Tarım Hareketleri Federasyonu’nun (IFOAM), ekolojik tarım için koyduğu ilkelerden “ekoloji ilkesi”ne göre; “Ekolojik tarım canlı ekolojik sistemleri ve döngüleri temel almalı, onlarla birlikte çalışmalı, onları kendine model almalı ve onların devamlılığına katkıda bulunmalıdır.”
Sorumsuzca ekonomik büyüme gayreti içinde, gittikçe madde bağımlısı bir dünya toplumuna dönüşüyoruz. Zenginliğin; sahip olduklarımızla değil paylaştıklarımızla, tek bir çeşidin çokluğu ile değil çeşitliliğin fazla oluşuyla ilgili olduğunu anlamadan, ekolojik bir toplumu ve tarımı anlamak mümkün mü?
Binlerce dönüme yayılan monokültür ( tek tip ürün ) alanlarda tarım yaparken, tarımsal biyolojik çeşitliliğimizin büyük kısmını kaybetmişken, tozlaşmanın büyük kısmından sorumlu arılar ve diğer canlıların nüfusu hızla azalırken, ekosistem ve her birimiz patent yasaları ile korunan GDO’lu tohum şirketlerinin denekleri konumunda iken, yıllarca tarım sektöründe kullanılan birçok zirai ilaç yıllar sonra insan sağlığına, arılara ve diğer canlılara zararlı olduğu için yasaklanırken, biz kobayların çok daha büyük bir mücadele vermesi gerekmiyor mu?
IFOAM’un ekolojik tarım için koyduğu ilkelerden “özen ilkesi”ne göre; “Ekolojik tarım, gerek mevcut gerekse gelecek kuşakların ve çevrelerinin sağlığı ile esenliğini korumak üzere, sorumlu, önlemini baştan alan bir yaklaşımla yönetilmelidir.”
“Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) uzmanlaşmış kanser kuruluşu olan Uluslararası Kanser Araştırmaları Kurumu (International Agency for Research on Cancer- IARC) GDO’lu ürünlerin yüzde 80’inde kullanılan ot ilacı (herbisit) etken maddesi olan (Glyphosate) Glifosat’ın insanlarda muhtemelen kanser yaptığını açıkladı.”
“Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.Tayfun Özkaya “insanlarda muhtemelen kanser yapar” sözünün hafife alınmaması gerektiğini altını çiziyor: “Çünkü doğrudan insanlarda deney yapılması mümkün değil. Hayvan deneyleri ile bu sonuca ulaşılıyor.”
“Monsanto’nun ürettiği zehirli böcek ilacı DDT de, Rachel Carson’un “Sessiz Bahar” kitabında ölümcül etkileri ve kanser riski ortaya çıkarılana kadar dünyada çok yaygın bir biçimde kullanılıyordu. Bu zehirli kimyasal, kitabın yayınlanmasından ancak 10 yıl sonra yasaklanabildi.”
“EPA’nın uzun zamandır beklenen değerlendirmesi, en çok öne çıkan neoniklerden birinin arıları nasıl etkilediği üzerinde odaklanıyor ve arıların tarım alanlarında oldukça sık görülen miktarda, yani milyarda 25 partikülden yüksek oranda imidakloprid ile karşılaşmaları durumunda zarar gördüğünü ortaya koyuyor.”
“AB, bağcılıkta salkım güvesi başta olmak üzere, çeşitli zararlılara karşı kullanılan “chlorpyrifos” etken maddesinin sofralık üzümde dolayısı ile kuru üzümde de maksimum kalıntı limitini 0.5 ppm’den 0.01 ppm’e düşürme kararı aldı. Yapılan analizlerde kalıntı değerinin 0.01 ppm’in üzerinde kaldığına dikkat çeken Ege Kuru Meyve ve Mamülleri İhracatçıları Birliği ….”
Daha yüzlercesini bu satırlara taşımak mümkün.
Peki nedir bu Maksimum Kalıntı Limiti?
İyi tarım uygulamaları ve ADI değerleri temel alınarak belirlenen en yüksek pestisit kalıntı limiti.
Peki nedir bu ADI değerleri?
Kabul edilebilir günlük alım miktarı (ADI-Acceptable Daily Intake): Toplumdaki çocuk veya doğmamış bebekler gibi hassas grupları da dikkate alarak, değerlendirme sırasındaki mevcut bilgiler ışığında tüketiciye fark edilebilir herhangi bir sağlık riski teşkil etmeyen, bir bireyin vücut ağırlığı esas alınarak tüm yaşamı boyunca gıdalarla günlük olarak alabileceği madde miktarı.
AB sofralık ve kuru üzüm ithalatı için aldığı yeni karar ile demektedir ki; Bizim yıllardır bu zehir için verdiğimiz -doğmamış bebek dahil- kabul edilebilir günlük dozda yanıldık. Bunu tam 50 kat düşürüyoruz. Neden? Farelerde asetilkolinesteraz enzimini engelleyerek sinir sistemini aşırı uyardığı tespit edildiği için.
Her geçen gün dünyada bazı zirai ilaçlar ya yasaklanıyor ya da kalıntı limitleri düşürülüyor. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, 2011’den 2014 yılı sonuna kadar tam 177 etken maddenin kullanımını yasakladı. Sayının bu derece yüksek olması büyük olasılıkla AB’ye uyum süreci ile ilgili. Tabi durum bu ise de, ya AB’ye uyum süreci devrede olmasaydı sorusu geliyor insanın aklına.
İşte bu noktada sormak gerekiyor; AB, EPA, Dünya Sağlık Örgütü, Bakanlıklar gibi yapıların görevi, yıllarca kullanımdan sonra yapılan araştırmalar ile bu ilaçların kullanımına sınırlama getirmek veya yasaklamak mı, yoksa kullanıma sunulmadan önce gerekli araştırmaların, deneylerin yapılmasını sağlamak mı olmalı?
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, her yıl 3 milyon kişi zirai ilaç zehirlenmesine maruz kalıyor. Her yıl 20 bin kişi yanlış zirai ilaç uygulamaları nedeniyle ölüyor.
Kullanılan kimyasalların gıdada bıraktığı kalıntılar vücudumuza alınarak birikiyor. Biriken kimyasallar; kanser, üreme bozuklukları, hormon dengelerinde bozukluklar, bağışıklık sistemi sorunları, sinir sistemi rahatsızlıkları (beyin gelişiminde zarar, depresyon, konsantrasyon bozukluğu vs.), alerjiler, astım gibi birçok sağlık sorununa sebep olabiliyor.
Araştırmalar, endüstriyel tarımda kullanılan zirai ilaç ve sentetik kimyasal gübrelerin, yanlış toprak işleme uygulamalarının toprağı fakirleştirdiği, yeraltı sularını kirlettiği için sürdürülebilir olmadığını gösteriyor. Petrol ve ürünlerine dayanan bu tarım sistemi, toprağın tuzlanmasına sebep oluyor, küresel iklim değişikliğini de ciddi biçimde etkiliyor. Ayrıca zamanla hastalık etmenleri ve böceklerin zirai ilaçlara karşı direnç geliştirdikleri, dirençli tür sayısının arttığı da kaydediliyor. Yani tam bir kısır döngü; toprak çoraklaştıkça daha fazla suni gübre, zararlılar direnç geliştirdikçe daha etkili, güçlü ilaçlar…
Peki bedelini kimya devleri mi ödüyor?
Hayır, bizler ödüyoruz. IFOAM’un ekolojik tarım için koyduğu ilkelerden ”sağlık ilkesi”ne göre; “Ekolojik tarım, yekpare bir birlik içinde olan toprağın, bitkilerin, hayvanların, insanın ve yerkürenin sağlığını korumalı, ileriye taşımalıdır.”
Peki ilkelerini, felsefesini, gerekçelerini bir yana bırakıp, uluslararası ticaretin parçası haline gelen organik/ekolojik tarım sektöründe işlerin nasıl yürüdüğüne bakalım.
Ekolojik tarımın öncüleri yerelliğe, hayvan refahına, katılımcılığa, toprağa, biodinamik ilkelere büyük önem veriyor. Tüketicinin katılımcı biçimde gıda üretiminde sorumluluk aldığı, üreticinin örgütlendiği, yerelliği ön planda tutan küçük ölçekli sistemlerden ve yerel pazarlardan, tüketici talepleri doğrultusunda ulusal ve uluslararası ticarete geçildiğinde tohum, toprak, çiftçi ile tüketicinin bağı kopmaya başlıyor. Bu noktada tüketicinin “doğal”, “naturel”, “green/yeşil”, “köy ürünü”, “hormonsuz” vs gibi ifadeler ile yanıltılmasının önüne geçebilmek için AB gibi yapılar belirli sistemler belirleyip, standartlar, mevzuatlar, belgeler ve logolar tanımlamak zorunda kalmıştır. Küresel talebe paralel olarak organik ürün ticareti, küçük aile işletmesi boyutundan sözleşmeli çiftçilik ve perakende zincirler boyutuna taşınmıştır.
İşin boyutu büyüyüp, uluslararası ticarete konu olunca da “ilkeler” ile “talepler ve yaşam biçimimiz” arasında çelişki doğmaya başlıyor. Organik çay, fındık, çekirdeksiz üzüm talebini karşılamak için monokültür alanlarda “ekolojik” tarım yapılıyor. Kışın domates talebini karşılamak için seralarda, mevsiminde olmayan “ekolojik” domates yetiştiriliyor. Nakliyede uzun mesafelere dayanıklı olmadığı ve raf ömrü kısa olduğu için ince kabuk yerli domateslerin yerini standart çeşit domatesler alıyor; ciddi bir mekanizasyon, ticari organik gübrelerin üretimi/kullanımı vs söz konusu oluyor. Yanlış anlaşılmasın, büyük çaplı ekolojik/organik üretim biçiminde insan sağlığı açısından herhangi bir tehdit söz konusu değil ancak işin “ekoloji” ilkesi sorgulanabilir bir hal alıyor. Bu sorgulamayı yaparken de kendimizden, kendi taleplerimiz ve yaşam standartlarımızdan başlamamız gerektiğine dikkat çekmek istiyorum.
Sonuçta idealist üretici yerini gıda şirketlerinin sözleşmeli çiftçilerine bıraktığında Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı gibi yapılar, Organik Tarım Kanun ve Yönetmelikleri gibi mevzuatlar çıkartarak organik üretimin arıcılıktan, fideciliğe, meyvecilikten, balıkçılığa nasıl yapılacağını, GDO’lu girdiye izin verilmeyeceğini, hayvan başına yaşam alanından yemine, arı kovanının malzemesinden peteğine, zararlılarla mücadelede hangi bitki koruma maddelerinin kullanılabileceğine kadar organik tarımın nasıl uygulanabileceğini tanımlıyor.
Tabi, iş tanımlamakla bitmiyor. Bakanlıkça ve Türk Akreditasyon Kurumu’nca onaylanmış kontrol ve sertifikasyon şirketlerince üreticiler haberli veya habersiz, özellikle kritik (örneğin ilgili bitkinin zararlısının çıktığı ve ilaç kullanılması gereken) dönemlerde denetleniyor. Alınan farklı örnekler akredite laboratuarlarda analize tabi tutuluyor. Düzenlenen kontrol raporlarında üreticinin tohum kaynağından, ağaçlarının yaşına, tesiste görülen eksiklerden, zararlı böceklere karşı organik olarak ne kullanılacağına kadar yazıyor. Daha sonra düzenlenen üretim (müteşebbis) sertifikasına, pazarlama zamanı geldiğinde düzenlenen ürün sertifikaları da ekleniyor. Ve her bir satış mali belge bilgisi ile 7 gün içinde sertifika kuruluşuna bildiriliyor.
Ekolojik Pazarlar’da pazara giren ve çıkan her ürün miktarı, faturası ile birlikte sivil toplum kuruluşları veya belediyelerce ilgili sertifika kuruluşlarına bildiriliyor. Her üreticinin ne kadar alana ne miktarda ürün ektiği, ağaçların ve bölgede ilgili ürünün verim miktarı belirli ve kontrol raporlarında kayıtlı olduğundan, her bir satış miktarı üreticinin üretim miktarından düşülerek üretim dışı satış yapması engellenmiş oluyor. Yani sıkı bir izlenebilirlik sistemi söz konusu. 10 ton portakalı olan art niyetli bir üreticinin bu sayede 11 ton ürün satma şansı bulunmuyor.
Ayrıca Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın uygulamaya geçen yeni yönetmelikleri çerçevesinde, organik ürünler hale girmese de, toptan her satış hal kayıt sistemine işleniyor ve künye numarası alıyor. Böylece iki ayrı izlenebilirlik sistemi üstünden satışlar denetlenebiliyor.
Peki açık satılan taze sebze ve meyvenin organik olduğunu nasıl anlayacağız?
Yapmamız gereken, satışı yapan kişi/firmaya ürünün organik ürün sertifikasını sormak, bu sertifikanın geçerlilik süresini ve ilgili ürün çeşidini kapsayıp kapsamadığını kontrol etmek. Ürünün sertifikada adı geçen üreticiye ait olup olmadığını anlamak için ise ilgili üreticiden alımına dair fatura veya diğer mali belgeleri sormak. Bu detayda “Ben manavı, pazarcıyı vs sorgulayamam” diyenler için ise tek yol kalıyor; sadece organik sertifikalı ürün satan ve Türkiye’de sayısı 16 olan organik pazarları, sadece organik ürün satan dükkân ve e-ticaret sitelerini tercih etmek. Çünkü bu satış mecraları bu sektöre gönül vermiş, sistemi bilen, belgesiz iş yapmayan ve tüketiciye her türlü belgeyi sunmaya hazırlıklı yerler. Paketli, yani katma değerli ürünlere gelince… Yapmanız gereken, etiket üstünde Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın organik tarım ürünleri için hazırladığı logoyu ve sertifika numarasını kontrol etmek.
IFOAM’un ekolojik tarım için koyduğu ilkelerden ”hakkaniyet ilkesi”ne göre; “Ekolojik tarım, ortak çevreyi ve yaşamsal olanaklar açısından hakkaniyeti gözeten ilişkiler üzerine kurulmalıdır.” Bu sebeple eğer kendimiz üretemiyorsak üretici haklarına önem vermeli, üreticiyi tanımalı, anlamalı, nasıl ürettiğini öğrenmeliyiz. Üretici ile tüketici arasındaki kopukluktan, fiyat/kazanç adaletsizliğinden, hayvanlara karşı yapılanlardan rahatsız isek üreticileri de içine alarak örgütlenmeli, sorumluluk almalı ve gerekiyorsa üreticilere taleplerimizi gerçekleştirebilmesi için yol göstermeliyiz.
Eğer doğrudan ekolojik temellerde üretim yapan dürüst üreticilere ulaşamıyor isek bizlere güvenilir bir sistem dahilinde organik sertifikalı ürün sunan pazarlama noktalarını seçerek, sadece kendi sağlığımız değil gelecek kuşakların yaşam hakkı adına da bir seçim yapmak elimizde.