Kategori: Konvansiyonel Tarım ve Zararları

19 Şub

Organik Tarım: İklim krizine karşı en güçlü kozumuz

Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Uygun Aksoy, dünyada ve Türkiye’de tarım sisteminin dönüşümünü ele aldığı yazısında, organik tarım uygulamalarının iklim krizi ile mücadeledeki önemine ve Türkiye’nin tarım stratejilerindeki eksikliklere dikkat çekti.


Yazı: Prof. Dr. Uygun Aksoy – Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği Yönetim Kurulu Başkanı

İklim değişiklikleri özellikle son yıllarda yaşamımızı derinden etkilemektedir. Günümüzde, iklim değişikliğinin yanında birçok tehdit ile karşı karşıya olan tarım, vazgeçilmez ve stratejik bir sektördür.

Çevreye olan etkileri ve iklim değişikliği açısından bakıldığında; tarım ve gıda üretiminde fosil yakıt, gübre ve pestisit kullanımı, girdilerin ve gıdanın üretim yerinden kullanıcıya kadar olan taşınması ve dağıtımı gibi süreçler de dâhil edildiğinde, tarımsal faaliyetlerin sera gazı emisyonlarındaki payı %30 civarında. Ancak ekolojik uygulamalara dayalı olarak yapılan tarım, iklim değişikliğine adaptasyon ve uzun vadedeki hedeflere erişim noktasında çözüm olarak ortaya çıkmaktadır. Ekolojik yönetim modelleri, bir yandan emisyon azalışı sağlarken diğer yandan artan karbon bağlama kapasitesi ile iklim krizine çift yönlü katkı sağlamaktadır.

Bakanlık organik tarımı göz ardı ediyor

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan “Türkiye İklim Değişikliği Stratejisi 2010-2023” belgesinde, sera gazlarının kısa vadeli kontrolüne yönelik organik tarım, arazi kullanımı ve tarım ve ormancılık alanında önerilen uygulamalar arasında yer alıyorken; son yıllarda Tarım ve Orman Bakanlığı’nın organik tarımı öncelikleri arasından çıkardığı görülmektedir.

Türkiye Organik Tarım Stratejik Planı”nın 2016’dan sonra yenilenmemesi, desteklerin sürekli değişkenlik göstermesi ve yetersiz kalması; karşı çabaların organik tarımı temelsiz biçimde sorgulaması ile birlikte, beklenen katkıların sağlanamamasına neden olmuştur.

Gıda ithalatı çözüm değil, sorun yaratıyor

Sorulan sorulara doğru cevap alabilmek için organik tarımın neden ve nasıl geliştiği, bugünkü durumu ile gelecek stratejilerini ve bununla birlikte tarımda yaşanan sorunların gerçek nedenlerini iyi anlamak gerekir.

Birçok ülkede hızla artan nüfusu doyuracak, ucuz gıda temin etme telaşı ile 1950’lerde başlayan tarımda yoğunlaşma; daha fazla fosil yakıt, su ve sentetik girdi kullanımını ve endüstrileşmeyi beraberinde getirmiştir. Türkiye ve benzeri gelişmekte olan ülkelerde 1970’li yıllarda hissedilmeye başlayan bu etki, pazarın daha da fazla küreselleşmesi ile ülkelerin ekonomik açıdan ‘avantajlı’ oldukları ürünleri çok geniş alanlarda tek ürün (monokültür) halinde yetiştirmeleriyle sonuçlanmıştır. Fakat sadece doğadaki değil, tarımdaki çeşitlilik de azalmıştır. Türkiye gibi ithalatı çözüm olarak gören ülkeler hem ekolojik hem sosyo-ekonomik sorunlarla uğraşır hale gelmiştir.

Temel gıda maddelerinin üretim ve ticaretinde birkaç gelişmiş ülkenin pazara hakim olduğu görülmektedir. Ürün pazarındaki benzer gelişme tohum, gübre, tarım zehirleri, sulama sistemleri gibi üretim girdilerinin küreselleşmesine ve az sayıdaki uluslararası şirketin egemen olmasına yol açmıştır. Endüstriyel tarım ve gıda sisteminin çevre, sağlık, toplum hizmetleri ve gıda egemenliği üzerindeki olumsuz etkileri ise dikkate alınmamıştır. Ancak, yaratılan olumsuzlukların topluma yönelik gerçek maliyetleri son yıllara kadar gizli kaldığından sistem devam edegelmiştir.

 

Krizler zehirli kimyasallara dayalı tarım sistemini dönüştürüyor

Günümüzde, bir yandan dışa bağlı gıda ve gıda dışı ürün pazarındaki fiyat artışları veya Covid-19 gibi ani gelişen bir tehdit sonucu uygulanan kısıtlar, diğer yandan iklim değişikliğinin doğrudan etkilerinin hissedilmesi sürdürülebilir tarım sistemlerini tartışmaların odağına getirmiştir.

Organik tarım, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından sürdürülebilir beş tarım sisteminden biri olarak kabul edilmiştir. Avrupa Birliği ise karbon nötr olma ve iklim değişikliği, biyoçeşitliliğin yok olması, gıda güvenliği sorunlarının çözüm odağına organik tarımı almıştır. Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan Çiftlikten Çatala (F2F) ve Biyoçeşitlilik (BDS) strateji dokümanları ile 2030 yılına dek, halen AB üyesi ülkelerde %8.5 (%2.5-24.0 arasında değişmektedir) düzeyinde olan organik tarım arazilerinin %25’e çıkarılmasını; pestisitlerin genel kullanımının ve yüksek derecede tehlikeli pestisit kullanımının %50 azaltılmasını ve pestisitlerin agroekolojik uygulamalarla değiştirilmesini hedeflemektedir.

Topraktan sofraya izlenebilirlik

Peki, organik tarım ve uygulamaları nasıl çözüm olabilir? Öncelikle, ‘Organik 3.0’ olarak belirlenen stratejinin hedeflerinden biri, tüm tarım sistemlerinde doğru sonuç vermiş ve başarılı olmuş uygulamaların ortaya konarak, organik tarıma veya diğer bir tarım sistemine uyarlanmasıdır. Bu açıdan, organik tarımın temel ilkelerine dayalı tarım işletmelerinin ve etik ticaret sistemlerinin kurulması önemlidir.

Organik tarım, işletmenin dışarıdan sağlanan girdiler yerine işletme içinde döngülerin tesis edilerek, olabildiğince kapalı bir sistem biçiminde yönetilmesini hedefler. Her tarımsal ekosistem, ekolojik, sosyal ve ekonomik açıdan kendine özgü koşulları içerir. Yönetim sistemi ise, bu koşullar irdelenerek geliştirilir ve topraktan sofraya kadar izlenebilirlik sağlanır.

Organik tarım toprak, bitki, hayvan, insan ve yeryüzünün sağlığının ayrılmaz bir bütün olduğunu kabul eder. Buna bağlı olarak, kullanılan girdiler ve yöntemler yarattıkları risklere göre değerlendirilerek kılavuzlar hazırlanır. Yasal düzenlemeler ve özel standartlar ile üretim sürecinin uygunluğunun değerlendirilerek sertifikalandırılması 1990’lı yıllardan sonra pazarın genişlemesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu standartlar etiketlenerek pazara sunulan ürünün üretilmesi sırasındaki minimum koşulları belirler.

 

%20’lik organik madde artışı hektar başına 9 ton CO₂ emisyonu tasarrufuna eşdeğer

Günümüzde tarım ve gıda ürünlerinin yanı sıra kullanılan girdilerin de uzun mesafeli taşınmaları söz konusudur. Organik tarım ilkeleri, gerek işletme dışı girdi kullanımı yerine döngüleri vurgulayarak, gerekse organik uygulamalarda yoğun emisyona neden olan sentetik gübre ve pestisitlere kısıtlamalar getirerek karbon emisyonlarını azaltıcı etki yaratmaktadır.

Toprak sağlığı ve verimliliği organik tarımın birinci hedefidir. Örtüsüz, aşırı işlenmiş veya nadasta çıplak bırakılan toprak, karbon zengini olan üst toprak katmanının erozyonla veya yıkanma ile yok olmasına neden olur. Organik tarımda önerilen toprağın örtülü bırakılması veya hiç ya da az sayıda toprak işleme yapılması karbon emisyonlarını azaltırken, toprağın karbon bağlama kapasitesini de arttırmaktadır.

Toprak işlemesiz, örtü bitkili organik tarım uygulanması durumunda; ilk iki yılda topraktaki organik karbon %9, altı yılda ise %21 oranında artmıştır. Topraktaki organik madde artışı toprak sağlığı, verimlilik ve iklim değişikliklerine karşı en önemli araçlardandır. Topraktaki organik madde içeriğinin %20 artması hektar başına 9 ton karbon emisyonu tasarrufu anlamına gelmektedir.

Tarım alanlarında bağlanan karbonun yaklaşık yarısı toprak üstü aksamı tarafından tutulmaktadır. Bu nedenle yıl içi ekim planlamalarında iki ürün arasında toprağı örtüsüz bırakma yerine, kısa süreli de olsa örtü bitkilerinin ekimi karbon bağlama kapasitesini artırmaktadır. Meyve ağaçları gibi çok yıllık türlerde ise sıra aralarında benzer uygulamalar yapılabilir.

Endüstriyel üretimde azot oksitlerin salımına neden olan sentetik azotlu gübreler karbon emisyonlarının ana etkenlerinin başında gelmektedir. Hızla eriyebilen sentetik azotlu gübreler uygulandıktan hemen sonra topraktaki azot miktarını artırır ancak bunun bir kısmı bitki tarafından alınırken, kalanlar yıkanarak yer altı sularında kirliliğe neden olur veya gaz halinde kaybolur. Böylece her yetiştirme döneminde yeniden sentetik azotlu gübre vermek gerekir.

Organik tarım, sentetik gübre kullanımını yasaklarken; izin verilen hayvan gübresi, yeşil gübreleme, kompost ve benzeri uygulamalarda hektar başına toprağa katılan azot miktarını 170 kilogram ile sınırlamaktadır. Bu uygulamalar topraktaki organik madde miktarını yıldan yıla artırır ancak %25-30 gibi belirli bir kısmı o yılda yarayışlı hale geçer, diğer kısımlar ise sonraki yıla saklanır. Yani organik uygulamalar eklemeli etki yaratıp karbon bağlarken, sentetik azotlu gübrelerin her yıl yeniden eklenmesi zorunlu olduğu için tekrar tekrar karbon salımına yol açar.

Sentetik azotlu gübre uygulamaları ayrıca toprak mikroorganizmalarının solunum sonucu çıkardıkları karbondioksiti tetikler. Sentetik fosforlu gübreler ise bitki kökleri ile simbiyotik yaşayan mikroorganizmaların gelişmelerini baskı altına alarak toprağın karbon bağlama kapasitesini olumsuz etkilemektedir.

Endüstriyel hayvancılık hava kirliliğine yol açıyor

Endüstrileşmiş hayvancılık işletmeleri küresel ölçekte karbondioksitten daha fazla olumsuz etkisi olan metan salımının %37’sine, azot oksitlerin ise %65’ine neden olmaktadır. Organik hayvancılık ise alan bazlı ve kurallara uygun olarak yapılmakta ve böylece endüstrileşmekten kurtularak seyrelme etkisi ile sera gazı emisyonlarını azaltmaktadır.

İlgili yönetmeliklere göre, organik hayvancılıkta sürü büyüklüğü sınırlanmaktadır. Örneğin, organik tavukçulukta her barınakta en fazla 4.800 adet etlik piliç, 3.000 adet yumurta tavuğu bulunabilir. Ayrıca, hayvan başına gerekli en düşük iç ve dış alan belirlenmiş olup hektar başına 2 büyükbaş hayvan birimi ile sınırlandırılmıştır.

Düşük yoğunlukta hayvancılık ile metan ve azot kirliliğini azaltmak mümkündür. İşletme içi gübre ve diğer atıklar kullanılarak yem üretimi döngüsü sağlandığında taşınma ile ortaya çıkan emisyonlar azalırken, karbon bağlama kapasitesi artmakta ve böylece karbon bütçesi olumlu yönde gelişmektedir.

Gaz olarak uygulanan pestisitler iklim için 300 kat daha tehlikeli

Yapılan on yıllık bir araştırmaya göre, kompostlaştırılan inek gübresinin kullanıldığı bir ekim nöbetinde bitkilerin daha iyi gelişmeleri ile yılda hektar başına iki ton karbon bağlandığı hesaplanırken, endüstriyel üretimde karbon emisyonları ortaya çıkmıştır. Pestisitlerin -özellikle gaz olarak uygulananların- gerek üretim gerekse uygulanma aşamasında, karbondioksitten 300 kat daha fazla tehlikeli olan azot oksitlerin emisyonuna yol açtığı belirtilmektedir.

 

Politika desteğiyle organik gıdaya erişmek mümkün

Organik ürün pazarı küreselleşse de temel ilkeleri arasında yerel üretimin yerelde tüketilmesi gelmektedir. İç denetime dayalı katılımcı sertifikasyon uygulamaları birçok ülkede üretici ve tüketici işbirliği ile iç pazar için geliştirilmektedir. Çok sayıda organik ürün tüketicisi, tercihini yerel ürünler yönünde kullanarak bu ürünlerin uzun mesafeli taşınmalarını ve yarattığı sera gazı emisyonlarını azaltmada önemli bir etki yaratmaktadır. Bazı özel organik tarım standartları da aynı gerekçelerle organik ürünlerin uçakla taşınmasına izin vermemekte veya Bioswiss standardında olduğu gibi iç pazardaki ithal ürünlerde logo kullanımına ancak iç üretim yeterli değilse izin vermekte ve aksi halde ise farklı logo kullanılmaktadır.

Onarıcı tarım uygulamaları da organik tarımın temel ilkelerine uygun, başarılı sonuç vermiş uygulama ve yöntemleri bir araya getirerek yaygınlaştırmaya çalışmaktadır.

Sonuç olarak, her ölçekte kendine yeterli ve mevcut ekolojik ve sosyo-ekonomik koşullara göre bilgiyle tasarlanmış, karbon pozitif hedef koyan sistemlerle hem sağlıklı ürün hem de sürdürülebilir kalkınma sağlanabilir. Doğru politikalar ve bilgi paylaşımı ile ekolojik koşulları ve döngüleri esas alan organik sistemlerin geliştirilmesiyle birlikte herkese yeterli, erişilebilir fiyatta sağlıklı gıda ve gıda dışı ürün üretilmesi mümkündür.

 

Kaynaklar:

İlgili Bağlantılar:

17 Mar

Zehirsiz Üretim Mümkün

Sağlıklı ürünlere yönelik talep ve artan girdi maliyetleri çiftçilerin, kimyasal-yoğun endüstriyel tarımdan vazgeçip, doğa dostu ve agroekolojik tarıma yönelmesine neden oluyor.

Endüstriyel tarım ve gıda sisteminde kullanılan yüksek düzeyde zararlı kimyasalların sağlığa ve çevreye yönelik olumsuz etkileri arttıkça kimyasal-yoğun tarım yöntemleri doğa dostu tarım yöntemleri ile yer değiştiriyor.

Özelikle pestisit zehirlenmelerine doğrudan maruz kalan, toprağı fakirleşen, hastalık ve zararlılarla eskisinden daha çok mücadele etmek durumunda kalan ve girdi maliyetleri yüzünden geliri düşen çiftçiler, bu sorunlarla uğraşmak zorunda kalmadığı doğa dostu yöntemlere geçiyor.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), kimyasallara dayalı çiftçiliğin dünyanın gıda ihtiyacını karşılayabilecek bir seçenek olmadığını kabul ediyor ve daha sağlıklı bir geleceğin anahtarı olarak agroekolojiye dikkat çekiyor.

Dünyada ve Türkiye’de pestisitlerin zararını fark eden pek çok çiftçi, coğrafya ve iklime uygun bir planlama ve tasarımla fiziksel, kültürel, biyoteknik, biyolojik ve mekanik mücadeleyi de içeren Entegre Zararlı Yönetimi’ni uyguluyor.

Örneğin İsveç bu teknik ve yöntemler sayesinde pestisit kullanımını, önceki döneme kıyasla yarı yarıya azaltmayı başardı. Dünyanın önde gelen pirinç üreticilerinden Endonezya ise 1986 yılında pestisit kullanımını azaltmaya yönelik destek ve çiftçi eğitimine dayalı Entegre Zararlı Yönetimi uygulaması ile pestisit kullanımını altı yılda %62 oranında azalttı ve aynı dönemde ürün verimliliğinde %10 artış sağladı.

Entegre Zararlı Yönetimi’nin yanı sıra agroekoloji, organik tarım, onarıcı tarım, pulluksuz tarım gibi zehirsiz üretim yöntemleri, meydana gelebilecek zararlara karşı benzer önlemler içeriyor. Bu yöntemleri benimseyen çiftçiler, tek tip ürün yerine farklı çeşitlerin bir arada üretimi, toprak canlılığının artırılması, hastalıklara dayanıklı yerel tohumların ekimi, zararlıları çekici tuzak ve ev yapımı doğal reçetelerin kullanılması, ürün zararlılarıyla beslenen faydalı böceklerin ortama salınması ve ekim nöbeti gibi kültürel, biyolojik, fiziksel ve biyoteknik uygulamalara yer veriyor.

Zehirsiz üretim yapan çiftçiler, ürünlerini, kompost gübreler, yeşil gübreleme, münavebeli ekim ve otlatma gibi uygulamalar sayesinde, besleyip canlı tuttukları tarım topraklarında yetiştiriyor. Bu yöntemler sayesinde canlılığını koruyan topraktan aldıkları besinleri bünyesine taşıyan bitkilerden elde edilen meyve ve sebzeler, pestisitlerin zehirleyip fakirleştirdiği topraklarda yetişenlerden çok daha besleyici ve sağlıklı oluyor.

AB tarafından gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, ekolojik meyve ve sebzeler en az %40 daha fazla antioksidan ve daha yüksek seviyede demir ve çinko içeriyor. Bu sonucun kaynağında doğal döngülere saygı var: Ekolojik üretimde yetiştirilen ürünler daha az “zorlanıyor”, yani büyümeleri genellikle daha yavaş oluyor, böylece organizmalar bileşimlerini sentezlemeye zaman bulabiliyor.

On binler zehirsiz üretim için imza verdi

Dünyada organik tarım sertifikalı çiftçilerin sayısı son 10 yılda %55 artarken, diğer doğa dostu yöntemleri kullanan çiftçilerin sayısı da hızla artıyor.

Üreticilerin doğa dostu ve agroekolojik yöntemleri tercih etmeye başlamalarının nedenleri arasında, ürünlerde pestisit kalıntısı riskiyle birlikte giderek artan sağlıklı ürün talebi de etkili oluyor.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin Avrupa Pestisit Eylem Ağı ile ortaklaşa yürüttüğü Zehirsiz Sofralar Projesi kapsamında açılan kampanyayı imzalayan 130 bin kişi, sağlık ve çevre için çok tehlikeli tarım zehirlerinin yasaklanarak doğa dostu tarım uygulamalarının yaygınlaşmasını talep ediyor. Proje kapsamında 100’den fazla sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı, söz konusu kampanya ile, Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan, zehirsiz üretimi teşvik eden tarım politikalarının hayata geçirilmesini istiyor.

İmza kampanyasına buradan ulaşabilirsiniz: Change.org/ZehirsizSofralar

Doğa dostu üretimin teminatı: Küçük çiftçiler

Doğa dostu yöntem ve teknikler, emek yoğun bir sistem gerektirdiğinden daha çok küçük ölçekli çiftlikler tarafından uygulanıyor. Köylü tarımı, endüstriyel zincire kıyasla, biyolojik çeşitliliği 9 ila 100 kat daha fazla destekliyor. Rodale Enstitüsü’nün karşılaştırmalı çalışmaları, organik üretimdeki verimin konvansiyonel üretimi yakaladığını, hatta kurak dönemlerde organik üretimdeki verimliliğin daha yüksek olduğunu ortaya koyuyor.

BM’nin Agroekoloji ve Gıda Hakkı Raporu’na göre ise, gelişmekte olan 57 ülkedeki agroekoloji projelerinde ortalama %80 verim artışı oldu. 20 Afrika ülkesindeki agroekoloji projelerinde ise 3 ila 10 yılda verim ikiye katlandı.

Türkiye’de de durum farklı değil. Araştırmacılar, Türkiye’nin ekilebilir alanlarının %76’sında yapılacak organik tarımdan elde edilecek bitkisel ve hayvansal ürünlerin Türkiye nüfusunu besleyebileceğini kanıtlıyor.

Doğa dostu tarım çiftçi gelirlerini artırıyor

Endüstriyel tarımdan doğa dostu ve agroekolojik tarıma geçen çiftçiler bir yandan sağlığını, toprağını, suyunu korurken, diğer yandan giderlerini de azaltıyor. Çiftçinin giderlerini azaltması; tarım zehiri ve kimyasal gübreler başta olmak üzere şirketlerden satın alınan girdiler yerine kendi tohumluğunu kullanmak, tuzaklar, faydalı böcekler, ev yapımı doğal reçeteler, yeşil gübreleme, kompost gibi ekolojik girdileri kullanması ile mümkün oluyor.

Ayrıca doğa dostu üretim yapan çiftçiler, ekolojik pazarlar, gıda toplulukları, üretici pazarları veya kooperatif satış noktaları kanalıyla, hem tüketicilerin kolay ve ucuz yoldan gıdaya ulaşımını sağlıyor hem de gelirini yükseltebiliyor. Bu pazarlama kanalları sayesinde aracılara giden büyük dilim çiftçiler ve tüketiciler arasında paylaşılmış oluyor.

Buğday Derneği Koordinasyon Kurulu üyesi Oya Ayman, pestisitlerin yol açtığı kirlilik ve sağlık sorunları karşısında alternatif arayışına giren üreticilerin sayısının dünyada olduğu gibi Türkiye’de de giderek arttığına dikkat çekiyor: “Temiz üretim yapmak isteyen çiftçiler, sadece organik sertifikalı tarım değil agroekoloji, onarıcı tarım, pulluksuz tarım gibi doğa dostu yöntemler hakkında bilgileniyor ve kendi şartlarına uygun modeller geliştiriyor. Tüketicilerin zehirsiz üreten çiftçiye alım garantisiyle, temiz ürün yetiştirme desteği vermesi de bu üreticilerin sayısının artmasını sağlıyor.”

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin Zehirsiz Sofralar Projesi kapsamında yayımlanan Üretici Rehberi, bir yandan pestisitlerin zararlarına dikkat çekerken, diğer yandan da çiftçilerin zehirsiz üretime nasıl geçebilecekleri ve doğrudan pazarlama yolları konusunda yol gösteriyor; örnek uygulamalara yer veriyor.

Üretici Rehberi’ne buradan ulaşabilirsiniz.

Kaynaklar:

  • FAO Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu Raporu.2019
  • FIBL (Research Institute of Organic Agriculture), Organic World Statistics
  • BM Özel Röportörü Olivier De Schutter. Agroekoloji ve Gıda Hakkı Raporu.2011
  • http://rodaleinstitute.org/assets/FST-Brochure-2015.pdf
  • Organik Tarım Türkiye’yi Besler. Bulut Aslan, Yonca Demir.2014
25 May

Çocukların sevgilisi çilek market ve pazarda yerini aldı. Peki, çilekte asıl sakınmamız gereken hormon mu yoksa zirai zehirler mi?

Çocukların sevgilisi çilek market ve pazarda yerini aldı!

Peki çilekte asıl sakınmamız gereken hormon mu yoksa zirai zehirler mi?

EWG (Environmental Working Group)’nin ABD Tarım Bakanlığı verilerinden hareketle derlediği habere göre çilek sakınmamız gereken zehirli sebze ve meyveler listesinde birinci sırada. Bu sebeple EWG, tüketicileri organik çilek almaya çağırıyor.

Çilekte hormon olması ise gıdada doğru bildiğimiz yanlışlar listesinde herhalde ilk sıralarda olsa gerek…

EWG’nin analizine göre, ABD Tarım Bakanlığı’na bağlı bilim adamlarının 2015-2016 yıllarında yapmış oldukları testlerde, diğer tüm ürünlerde her bir numune ortalama 2.1 farklı pestisit kalıntısı içerirken, bu oran çileklerde 7.8 olarak tespit edildi.

ABD Tarım Bakanlığı’nın yapmış olduğu bu testler, çileğin, tarlada toplandıktan sonra ve yemeden önce yıkansalar bile, pestisit kalıntılarından arınmadığını gösteriyor ki günümüzde kullanılan nerede ise tüm zirai zehirler artık sistemik, yani meyvenin bünyesine giren zehirler.

Ocak 2015-Ekim 2016 tarihleri arasında ABD Tarım Bakanlığı 1174 konvansiyonel çileği test etti. Bu testlerin sonuçları özetle şöyle:

-Hemen hemen tüm örneklerde (%99) en az bir pestisit türü kalıntısı tespit edildi.

-% 20’sinde 10 veya daha fazla pestisit türü kalıntısı tespit edildi.

-Bu örneklerin en kirlisinde 22 farklı pestisit kalıntısı vardı.

-Çilek örneklerinin tamamında çeşitli kombinasyonlarda 81 farklı pestisit kalıntısı tespit edildi.

Çileklerde tespit edilen pestisitler ne kadar tehlikeli?

Tespit edilen pestisitlerin bazıları insan sağlığı açısından tehlikesiz. Ancak bazıları kanser, üreme ve gelişimsel hasar, hormon bozukluğu ve nörolojik problemlerle bağlantılıdır.

Pestisitlerden kaçınmak isteyenler için, EWG her zaman organik olarak yetiştirilen meyveleri tüketmelerini tavsiye ediyor.

Organik çilek bulabileceğiniz %100 Ekolojik Pazar adreslerini buradan görebilirsiniz: http://ekolojikpazarlar.org/

Doğru bildiğimiz yanlış: Çilekteki hormon…

Çilekte hormon kullanımı “gıdada doğru bildiğimiz yanlışlar” listesinde herhalde ilk sıralarda yer alıyor. Çilekte ne ürünü döllemek için ne de irilik için hormon kullanılmıyor. Çilek kendini dölleyen bir meyve. İriliğin sebebi ise çileğin çeşidi ile ilgili. Son yıllarda kullanılan çilek çeşitleri ise ihracat başta uzun mesafelere dayanıklı olabilmesi için üretilen çoğu ABD kaynaklı çeşitler. Bu çeşitlerin iriliği hormon değil ırksal olan bir özellik. Çilekte iriliğin ikinci bir sebebi ise hasat yılı ile ilgili. İlk yıl ekilen çilekler ilk sene iri taneler yaparken, ikinci ve üçüncü yıllarında daha küçük ürünler vermekte. Hem iri ürün alabilmek için hem de çilekte görülen kökte gelişen hastalıklar sebebi ile çilekler özellikle güney bölgelerimizde her yıl sökülüp yeni fideler dikilmekte ve dolayısı ile tüketici pazarda, markette iri çileklerle karşılaşmakta.

25 May

Araştırmalar kanıtlıyor: Organik tarım dünyayı doyurabilir

Buğday Derneği Genel Müdürü Batur Şehirlioğlu TEB Kobi TV’ye konuk oldu.

Araştırmalar kanıtlıyor: Organik tarım dünyayı doyurabilir!

Araştırmalar kanıtlıyor: Organik tarım dünyayı doyurabilir!Genel Müdürümüz Batur Şehirlioğlu TEB Kobi TV'ye konuk oldu…

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği paylaştı: 22 Nisan 2018 Pazar

 

25 May

Türkiye’yi kanser eden ürünleri devlet gizledi, biz açıklıyoruz. İşte zehir listesi

Sağlık Bakanlığı, 2011-2016 yılları arasında kanserden ölümlerin dünya ortalamasının üstünde olduğu Antalya, Ergene ve Dilovası’nda geniş çaplı bir araştırma yaptı. Kanser vakalarında çevre kirliliğinin rolüne ışık tutan çalışmanın sonuçları kamuoyuna açıklanmış değil. Bakanlığın halktan gizlediği çalışmada insan sağlığını tehdit eden pestisitin taze fasulye, biber, hıyar, marul, maydanoz, çilek, erik ve elmada maksimum kalıntı limitlerini çok aştığı ortaya çıktı. Sularda ise yine kanserojen etkisi bilinen hidrokarbon kalıntıları tespit edildi.

Dünya Sağlık Örgütü dünya genelinde kanserden ölümlerin oranı yüzde 16 olarak belirtiliyor; yani her altı ölümden birinin nedeni kanser.

Türkiye’de ise her sekiz ölümden birinin nedeni (yüzde 13) kanser. Ancak bölgeden bölgeye büyük farklar var. Örneğin Tekirdağ, Kırklareli ve Edirne’de yaklaşık her dört ölümden biri, Kocaeli Dilovası bölgesinde (yüzde 37) her üç ölümden ve Antalya ilinde ise her 10 ölümden birinin nedeni kanser.

Kanserojen (kansere yol açan) kimyasallara uzun süre maruz kalmak kanser hastalığının en önemli nedeni. Kansere yol açan etkenlerin çevresel ortamlarda ne miktarda bulunduğu, insanların bu etkenlere ne miktarda maruz kaldığı ve bu maruziyetin ne kadar sürdüğü gibi faktörler kanser hastalığının görülme sıklığının bölgeden bölgeye farklılık göstermesine neden oluyor.

Kanserojen maddeleri bünyemize nasıl alırız?

Bir halk sağlıkçısı gözüyle bakıldığında bedenimizin sınırları dışında kalan her şey dış çevreyi oluşturur. Deriyle temas, soluma, yeme ya da içme yoluyla dış çevrede bulunan toksik etkili kimyasal maddeleri bünyemize alırız.

Zehirli veya kansere yol açan kimyasal maddeler dış çevrede doğal olarak nadiren bulunur. Genellikle tarımsal ve endüstriyel faaliyetlerden açığa çıkarlar. Bu faaliyetlerin yoğun olduğu bir bölgenin toprağı, suyu, havası, gıda ürünleri kansere yol açan kimyasal maddelerle kirletildikçe o bölgede yaşayan insanlar arasında kanser hastalıklarının görülme sıklığının artması kaçınılmazdır. Kocaeli Dilovası ve Ergene Nehri Havzası gibi yaşam alanlarının kansere neden olan kimyasal maddelerle en fazla kirletildiği yerlerde kanser hastalıklarının sık görülmesinin en önemli nedeni budur.

Türkiye’yi kanser eden ürünleri devlet gizledi, biz açıklıyoruz! İşte zehir listesi

Ergene Nehri Havzası ve Kocaeli Dilovası

Ergene Nehri Havzası’nda Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli illeri yer alıyor. Bu illerde yer alan sanayi tesisleri açığa çıkardıkları atık suları herhangi bir kimyasal arıtma yapmadan nehre boşaltıyorlar. Nehir aşırı yağışlar sonucu taştığında bütün Ergene Ovası zehirli kimyasal maddelerle kirleniyor. Bu zehirli maddeler yeraltı sularına ve yetiştirilen gıda ürünlerine de bulaşıyor. Marmara Denizi’ne dökülen akarsu denizdeki kabuklu canlılardan balıklara bütün yaşam formlarına zehirli kimyasal maddelerin bulaşmasına neden oluyor. Ülkemizin kanser tartışmalarında öne çıkan bir başka bölgesi ise Kocaeli ilinde yer alan Dilovası. 2011’de Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu Dilovası’ndaki kimyasal kirliliğin anne ve bebeklerin vücutlarına sağlığa zararlı ağır metallerin geçmesine neden olduğunu açıklamıştı. Bu açıklama nedeniyle yerel idarecilerin suçlamasına maruz kalan ve hakkında dava açılan Hamzaoğlu, 2016’da üniversitedeki görevinden KHK ile çıkarıldı. Şimdi tutuklu ama toplumsal barış mücadelesini yılmadan sürdürüyor –selam olsun-.

1318 örneğin yüzde 40’ında kimyasal kalıntı bulundu

Gıdalardaki zehir

Araştırmada 1380 gıda ve 1440 su örneği çalışıldı. Gıdalarda 332 farklı pestisitin kalıntısı araştırıldı. Hormonal sistem bozucu olarak nitelenen 106 pestisitin tamamı analiz kapsamındaydı.

Kocaeli’nden alınan toplam 283 örneğin yüzde 38’inde, Antalya’dan alınan 572 örneğin yüzde 60’ında ve Ergene bölgesinden alınan 463 örneğin yüzde 14’ünde pestisit kalıntısı tespit edildi. Gıdalarda en çok pestisit kalıntısı çıkan il Antalya oldu.

Pestisit kalıntı analizi yapılan 1318 gıda örneğinin yaklaşık yüzde 60’ında pestisit kalıntısı çıkmadı; yüzde 40’ında ise en az bir pestisit olmak üzere 73 çeşit pestisit kalıntısı tespit edildi.

Sağlığa zararı kesin

Analiz edilen örneklerin yüzde 17.3’ünde mevzuatın izin verdiği maksimum kalıntı sınır değerinin (MKL) üzerindeki miktarlarda pestisit kalıntısı saptandı. Maksimum kalıntı sınır değerlerini aşan pestisitlerin sağlığa zarar vereceği kesindir. Dolayısıyla 5 farklı ile yayılan onlarca çeşit gıda ürününün analiz edildiği bu çalışmanın ülke genelindeki gıdalarda çok ciddi bir pestisit kalıntısı sorununa işaret ettiği söylenebilir. Bu konuda Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından yurt genelinde yapılan çalışmalarda mevzuatta belirtilen sınır değerleri aşan pestisitlerin oranının yüzde 2-3 aralığında olduğu açıklanıyordu.

Ancak bu açıklamanın doğru olmadığı ve ortada ciddi bir sorun olduğu aşikâr.

Araştırmada maksimum kalıntı sınır değerlerini aşan ürünlere dair bilgiler tabloda yer alıyor.

Ancak mesele sadece maksimum kalıntı sınırını aşan ürünler değil. Bir gıda ürününün hepsi de mevzuattaki sınır değerlerin altında kalan birden fazla sayıda pestisit içermesi durumunun da sağlık sorunu yaratacağı düşünülmelidir. Bu soruna yarın değineceğim.

BAZI SULARDA HİDROKARBON KALINTILARI VAR

Araştırmada 5 ildeki 1440 farklı yerleşim noktasından alınan kaynak ve depo suları da analiz edildi. Bu sularda kansere neden olan PAH bileşikleri ile bazı pestisitlerin kalıntıları araştırıldı. Polisiklik aromatik hidrokarbonlar (PAH) iki ya da daha fazla benzen halkasına sahip kansere yol açan kimyasal maddelerdir. Petrol kirliliği, yağ, kömür, katran atıklarında bulunur ve fosil yakıtları başta olmak üzere çeşitli maddelerin yanması sonucu açığa çıkarlar. Doğada 100’ün üzerinde PAH bileşiği bulunsa da gıdalar ve sularda nadiren tespit ediliyorlar. Araştırmada kanserojen etkisi daha fazla olan 16 PAH bileşiği araştırıldı. Analiz edilen su örneklerinin 19 tanesinde (yüzde 1,3) PAH kalıntıları tespit edildi. İllere göre dağılım tabloda yer alıyor.

Su örneklerinde Asenaften, Asenaftelen, Floren, Naftalin ve Fenantren olmak üzere 5 adet PAH bileşiğinin kalıntısı tespit edildi. Antalya’dan alınan su örneklerinin hiçbirinde PAH bileşiği kalıntısı çıkmadı. En çok PAH kalıntısı tabloda da görülebileceği gibi Ergene havzasından alınan su örneklerinde çıktı. Yüzde 1.3’lük kirlilik oranı düşük görülmemeli; çalışmanın bütün bir yıla yayılmadığı; belli bir zaman diliminde yapıldığı dikkate alınmalı. Tespit edilen PAH kirliliği her hâlükârda çevre kirliliğinin bir göstergesidir.

Bakanlığın gizlediği araştırma

Sağlık Bakanlığı’nın 2011-2016 arasında yürüttüğü bir araştırma projesi Ergene ve Dilovası’ndaki kanser vakalarında çevre kirliliğinin rolüne büyük ışık tutuyor.

Araştırma “Kocaeli, Antalya, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli İllerinde Çevresel Faktörlerin ve Sağlık Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi Projesi” başlığını taşıyor.

Araştırmada Ergene Nehri Havzası’nda yer alan Edirne, Kırklareli, Tekirdağ illeri; Dilovası bölgesinin de içinde bulunduğu Kocaeli ve Antalya’da yapıldı. Bu illerde yaşayan insanlardan ve yerleşim bölgelerinden alınan binlerce örnekte kanser hastalıklarına neden olan kimyasal maddeler araştırıldı. Araştırmanın amacı çevresel ortamlardaki kanserojen madde kirliliğinin ne düzeyde olduğunu ve o bölgelerde yaşayan insanların soludukları hava, içtikleri su, yedikleri gıdalarla bünyelerine kansere neden olan kimyasal maddeleri alıp almadıklarını belirlemekti. Köy ve mahalle bazında binlerce yerleşim bölgesinden örnekler alındı.

Antalya ilinde sanayi faaliyetleri yok. Dolayısıyla Ergene Havzası ve Kocaeli bölgesinde sanayi faaliyetlerinden ve zehirli atıklardan kaynaklanan kanserojen madde kirliliğini sanayinin olmadığı bir bölge ile kıyaslamak amacıyla seçildi.

Çalışmada neler analiz edildi?

Çalışmada toprak, su, gıda, hava, atık su ve Saroz, İzmit ve Antalya körfezindeki deniz suyu, kabuklu deniz canlıları ve balıklarda kansere yol açan kimyasal maddelerin kalıntıları araştırıldı.

Bunun yanı sıra yüksek gerilim hatlarından doğan kanser riski; atık su arıtma tesislerinden deşarj edilen su ve akarsuların dip çamurları da analiz edildi. Havadaki toz parçacıklarına yapışan ve solunum yoluyla bünyemize aldığımız kanserojen kimyasalların araştırılması gibi çok spesifik araştırmalar bile yapıldı. Sadece su ve gıda örneklerinin sayısı 3000 civarında ve sadece bu örneklerde yapılan toplam analiz sayısı 15 bin.

Araştırma çalışmasında binlerce hanede yapılan anket çalışmaları ile ailelerin soy geçmişlerinde kanser vakalarının görülüp görülmediği belirlendi. Aynı hanelerde yaşayan insanların vücutlarından alınan örneklerde ağır metal ve eser elementlerin bulunup bulunmadığı da analiz edildi. Aynı bölgelerden alınan hava, toprak, yeraltı ve yerüstü suları ve çeşitli gıda örneklerinde kanserojen kimyasal maddelerin ne düzeyde bulunduğu araştırıldı.

Araştırma sonucunda bütün çalışmalar üst üste konularak bir haritalama tekniği ile kanser vakalarının yoğun olduğu bölgelerde kanserojen-kimyasal kirliliğinin de yoğun olup olmadığına bakıldı. Araştırma projesi çalışma sahasının genişliği ve kapsadığı nüfus (5-10 milyon arası) açısından dünyanın en büyük halk sağlığı çalışmalarından biri.

2015 sonunda saha çalışması bitti

Araştırma farklı akademik ekiplerce yürütülen pek çok araştırma projesinden oluşuyor. Gıdalar ve sularla ilgili araştırma projelerinde ben görev almıştım. Çalışmalar 2015 sonu itibarıyla büyük oranda bitmişti. Her halükârda projenin sonuçlarının 2017 yılı içinde Sağlık Bakanlığı tarafından açıklanması gerekiyordu. Ancak bu yapılmadı. Bakanlığın milyonlarca insanın sağlığını ilgilendiren bu araştırmanın son derece kapsamlı ve vahim sonuçlarını kamuoyundan gizlediğini düşünüyorum.

Gıdalar ve sularla ilgili çalışmada Kocaeli, Antalya ve Ergene Havzası bölgelerinde yetiştirilen gıdaların ve su kaynaklarının çevresel kirleticilerle ne ölçüde kirlendiğinin saptanması ve bu kirleticilerin insan sağlığına etkilerinin ortaya çıkarılması amaçlanmıştı. Bu çerçevede gıdalarda ve sularda ağır metaller, polisiklik aromatik hidrokarbonlar (PAH) ve pestisitler gibi bazı çevresel kirlilik parametrelerinin çeşitli ürünlerdeki kalıntı düzeyleri araştırıldı.

Bu yazı dizisinde elde edilen bazı çarpıcı sonuçlara yer vereceğim.

Bülent Şık – Cumhuriyet

25 May

Endüstriyel tarımın daha verimli olduğu algısı bir aldatmaca

Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörü Prof. Dr. Hilal Elver Milliyet Gazetesi’nden Gürkan Akgüneş’in sorularını yanıtladı ve gıda güvenliği, endüstriyel tarım konularında çeşitli açıklamalar yaptı.

Avrupa ülkelerinin organik tarıma yöneldiğini belirten Prof. Dr. Hilal Elver, endüstriyel tarımın daha verimli olduğu bilgisinin bir aldatmaca olduğunu söyledi. Elver’in açıklamaları şöyle:

“Endüstriyel tarımda verim hesabı kısa zamanda hektar başına ne kadar üretim elde edildiğine göre ölçülüyor. Ancak uzun dönemde fazla kimyasal kullanımı nedeniyle toprağın kalitesi düşüyor, biyolojik çeşitlilik ve verim azalıyor. Ayrıca üretilen gıdanın vitamin ve besin değerinde düşüşler olduğundan sağlık riski artıyor. Aniden gelen şoklar da endüstriyel tarıma daha fazla zarar veriyor. Yani risk yüksek. Yine yoğun makine kullanımı işsizlik yaratıyor. Sözün kısası daha verimli algısı evet bir aldatmaca.”

İşlenmiş gıdadaki tehlikeye dikkat çeken Elver; “Market rafında uzun süre durabilecek, katkı maddeli, bol şeker ve tuzlu, doymuş yağ bulunan ürünlerden uzak durma bilincini yaymalıyız.” dedi.

Organik üretimin, dünyada hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamayacağını iddia eden konvansiyonel tarım savunucularının aksine, bilimsel araştırmalar da organik tarımın dünyayı besleyebileceğini kanıtlıyor. Konuyla ilgili haberimizi ise buradan okuyabilirsiniz.

Gürkan Akgüneş’in Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörü Prof. Dr. Hilal Elver ile röportajının tamamını ise buradan okuyabilirsiniz.

 

05 May

Ne yediğimizi bilmek istiyoruz

Soru sormak, şayet cevap alınabilirse, sağlıklı bir toplum için en doğru iletişim yoludur.

2017’den miras kalan sorular:

1- Geçen ay Rusya tarafından iade edilen antibiyotikli tavuklar iç pazarda mı tüketildi?

http://bianet.org/…/192909-antibiyotikli-etler-gdo-lu-yemle…

2- Türkiye’nin temiz dediği, AB Komisyonu Sözcüsü Anca Paduraru’nun ise fipronil var dediği yumurtalarla ilgili incelemenin detayları nedir?

http://www.bugday.org/…/bakanlik-yok-demisti-ama-avrupa-bi…/

3- Adana’daki GDO’lu ekmek skandalının ardından 20 Mart 2017’de Gıda Tarım Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, 2016-2017 yıllarında yurt içinde yapılan 660 GDO denetiminin 7’sinde GDO’lu soya kıyması tespit edildiğini ve ilgililer hakkında yasal işlem yapıldığını açıklamıştı. GDO tespit edilen gıda türleri ve markaları hangileri?

https://www.change.org/p/sofram%C4%B1za-gdo-s%C4%B1zd%C4%B1…

4- Biyogüvenlik Kurulu tarafından hayvan yemi olarak ithalatına izin verilen 36 GDO’lu soya ve mısır ürününün, hayvan yemi olarak ülkeye girdikten sonra hangi alanlarda kullanıldığı denetleniyor mu?

http://www.bugday.org/blog/gdoya-ihtiyacimiz-yok/

05 May

“Organik Gerçeği” raflarda

Cadının elmasını yemeyin!

Buğday Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Leyla Aslan Ünlübay’ın hazırlayıp sunduğu Tohumdan Hasada Ekolojik Yaşam Programı’nda bu hafta, Yeni İnsan Yayınevi etiketiyle raflarda yerini alan “Organik Gerçeği” adlı kitap konuşuluyor. Kitabın yazarı Gürkan Akgüneş’in konuk olarak katılacağı programımız 22 Aralık saat 10:30’da Açık Radyo’da! (94.9)

Radyonuz Açık olsun!

Açık Radyo’yu internetten dinlemek için: http://acikradyo.com.tr/stream/index.html

26 Nis

GDO’YA İHTİYACIMIZ YOK!

Biyogüvenlik Kurulu GDO’lu 3 soya ve 1 mısır ürününün daha hayvan yemi olarak kullanılmak üzere ithalatına izin verdi ve karar Resmi Gazete’de yayımlandı. Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği’nin (BESD-BİR) talebi üzerine alınan kararla birlikte ülkemizde ithalatına izin verilen GDO’lu soya sayısı 10, GDO’lu mısır sayısı ise 26 oldu.

GDO’lu ürünlerin doğrudan gıda ürünlerinde kullanımı yasak; ancak hayvan yemi olarak kullanılabiliyor ve bu niyetle kullanılıp ithal edilebiliyor. Bu durum gıda güvenliğimiz konusunda çok büyük bir tehlike ve belirsizlik doğuruyor. Öncelikle GDO’lu yemlerle beslenen hayvansal ürünler aracılığıyla GDO dolaylı yoldan soframıza gelebiliyor; ikincisi de GDO’lu ürünler hayvan yemi olarak kullanılmak üzere ülkeye girdikten sonra bu ürünlerin hangi alanlarda kullanıldığına dair bir takip sistemi yok.

Mart ayında Hürriyet Gazetesi’nin haberiyle ortaya çıkan Adana’daki GDO’lu ekmek örneğinde olduğu gibi, söz konusu GDO’lu ürünler çeşitli gıda üretiminde kullanılabiliyor. Üstelik bu durumu GDO’lu ekmek skandalı sonrası eski Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik yapılan 2016-2017 yıllarında yapılan GDO denetimlerinde 7 üründe GDO tespit edildiğini belirterek doğrulamıştı. Bakan Çelik GDO’lu ürünlerin ne olduğunu ve hangi firmalar tarafından üretildiğini açıklamadı.

İthaline izin verilen 4 ürün Monsanto ve BASF şirketlerine ait.

GDO’lar yerine ekolojik tarım desteklenmeli!

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar, biyolojik çeşitliliğimizi tehdit ediyor. GDO, yemler yoluyla hayvan dokusuna geçerek insana da zarar verir. Bazı GDO’ların kanser, alerji gibi hastalıklara neden olabileceği araştırmalarla da ortada.  Ayrıca pek çok GDO çeşidinin sağlık açısından nasıl bir tahribata yol açacağı henüz bilinmiyor bile. Yani durum, düşündüğümüzden daha vahim.

Ekolojik tarım, insana ve çevreye dost üretim sistemlerini içeren bir tarım şekli olduğu için sentetik, kimyasal ilaçlar ve kimyasal gübrelerin kullanımına karşıdır. Üretimde, ürünün kalitesini yükseltmeyi amaçlar. Organik tarımla üretilen ürünlerde GDO kesinlikle yasaktır.

GDO’lu hayvan yemlerinin ülkeye girişi derhal yasaklanmalı, GDO değil, ekolojik tarım desteklenmeli!

Türkiye, doğru bir ekim/üretim planlamasıyla hayvan yeminde kendine yetebilir duruma gelebilir ve bu duruma gelinceye kadar da GDO’lu hayvan yemi yerine GDO’suz hayvan yemi ithal edebilir. GDO’yla ilgili esneme tedbirler yerine, doğal yaşamın sürdürülebilirliğini esas alan ekolojik tarımı teşvik edici düzenlemeler beklediğimiz Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın, GDO’yu sınırlarımızdan sokmayarak, hayvan yeminde ve gıdada kendine yeterli bir ülke olma yolunda adımlar atmasını bekliyoruz.

12 May

%100 Ekolojik Pazarlar’da Şimdi Ekolojik Çilek Zamanı

%100 Ekolojik Pazarlara Türkiye’nin dört bir yanından çilek gelmeye başladı bile. Mersin, İzmir, Nevşehir (örtü altı) derken yakında Zonguldak, Konya, İskilip, Bursa ile % 100 Ekolojik Pazarlar’da Kasım ayına kadar çilek var.
Aslında hiç olmayan hormondan korksak da çilekte asıl sorun zirai ilaçlar. ABD Tarım Bakanlığı 2014 araştırma verilerine göre ürünlerde zirai ilaç/zehir kalıntı tespitinde konvansiyonel çilek birinci sırada. Bakanlığın 2014 yılı içinde aldığı 176 numune çilekte 32 çeşit zirai ilaç tespit edilmiş. Çilek numunelerinin %83.50 sinde 5 veya fazlası zirai ilaç tespit edilmiş olup tüm ürünler içinde rekor kalıntı 17 zirai ilaçla gene çilekte. Bu listede yer alan birçok zirai ilaç ne yazık ki Türkiye’de de kullanılıyor. Organik çilek tercih etmemiz için bir diğer sebep ise konvansiyonel üretimde kullanılan suni gübreler.

çilek


Çilekte hormon kullanımı ”gıdada yanlış bildiğimiz şeyler” listesinde herhalde ilk sıralarda yer alıyor. Çilekte ürünü döllemek için de irilik için de hormon kullanılmıyor. Çünkü çilek kendini dölleyen bir meyve.


Çileklerin iriliğinin bellibaşlı iki sebebi var: İhracat başta uzun mesafelere dayanıklı olabilmesi için geliştirilmiş çeşitler. Bu çeşitlerin iriliğinin sebebi ırksal özelliktir, hormon alımı değil. Çilekte iriliğin ikinci bir sebebi de hasat yılıyla ilgili. İlk yıl ekilen çilekler ilk sene iri taneler yaparken, ikinci ve üçüncü yıllarında daha küçük ürünler vermekte. Hem bu sebeple hem de çilekte görülen, kökte gelişen hastalıklar sebebiyle çilekler özellikle güney bölgelerimizde her yıl sökülüp yeni fideler dikilmekte ve dolayısıyla tüketici pazarda, markette iri çileklerle karşılaşmakta.


İşte bu yüzden %100 Ekolojik Pazarlar’da zirai ilaç/zehirler başta konvansiyonel üretimden uzak, ekolojik çilekleri gönül rahatlığıyla tezgahtan evinize götürebilir, afiyetle yiyebilirsiniz.